Merhaba Arkadaşlar,
Geçenlerde onbinbeşyüzyirmiikinci kez tekrar seyrettiğimden beri Ölü Ozanlar Derneği'ni anlatmak için elim kaşınıyordu resmen. Hemen konuya giriyorum.
Orijinal adı Dead Poets Society olan film, 1989 yapımı ve ben bu filmi sinemada seyretme şansına eriştim. O zamanlar tabi hemen çekildiği sene gelmiyordu filmler ama iyimser bi tahminle iki yıl sonra seyretmiş bile olsam... neyse kendimi değil filmi anlatacaktım, özür :)
Bu film, nasıl anlatsam, nerden başlasam sözünü tam anlamıyla hak eden bir film. Umarım hakkını verebilirim.
Hikayemiz, '50'li yıllarda, ABD'de geçiyor. Özel ve epeyce de pahalı bir kolejin açılış yılı töreni ile konuya giriyoruz. Katı bir disiplin uygulayan ve sadece erkek öğrencilerin alındığı bu yatılı okul, mezunlarının kariyerleri ile fena halde övünmekte. Törende, o yıl yeni bir edebiyat öğretmeninin başladığını ve kendisi de bu okul mezunlarından olduğunu öğreniyoruz. Yine törenden itibaren de başrol oyuncusu olan öğrencilerle tanışıyoruz yavaş yavaş. Hepsi de yakın.. (ee, şey neyse yakın diyelim) ne diyorduk, yakın arkadaş olan altı öğrenciye, abisi de oradan mezun ve abisinin başarılı ünü altında ezilen, çekingen bir yedinci katılıyor. Farklı özellikleri olan, farklı ailelerden gelen öğrenciler bunlar ancak her biri için çizilen yol temelde aynı: Ailelerinin belirlediği yolu izleyecek ve aile tarafından öngörülen, pek çoğunun babasının da icra etmekte olduğu mesleklerde, öngörüldüğü şekilde kariyer basamaklarını tırmanacaklar. Dolayısıyla bu okuldaki başarıları da çok önemli.
Daha ilk günden ağır bir müfredat izleyen ve tonla ödev veren diğer öğretmenlerin aksine, edebiyat sınıfında tümüyle farklı bir yaklaşımla karşılaşıyor öğrenciler. Bu yeni öğretmen, hiç de alıştıkları gibi biri değil. Önce yadırgasalar da, kimisi hemen, kimisi zaman içinde benimsiyor yeni öğretmeni. Edebiyat öğretmeni Bay Keating, hatları keskince çizilen kalıplara alışık öğrencileri ters köşe yapıyor her ders. Eğlendiriyor, şaşırtıyor, sınırlarını zorluyor. Bambaşka bir dünyaya, edebiyata, daha önce hiç olmadığı şekilde gözlerini açıyor ve bu dünyayı onlara sevdiriyor. Sadece öğrenciler değil, öğretmenler de idarenin yakın takibinde olduğu için bu yenilikçi ve haşa, özgürlükçü yaklaşım, son derece muhafazakar okul yönetiminin gözünden kaçmıyor ve durum ister istemez bir çatışmaya doğru ilerliyor.
Özellikle baş kahraman olan ve hikayesini daha yakından izlediğimiz iki öğrencinin birbirine zıt seyreden değişimi ve gelişimi çok etkileyici. Senenin sonunda, her öğrenci az ya da çok değişmiş/dönüşmüş oluyor Bay Keating'in etkisiyle. Kimisi ilk aşkın, kimisi tutkuyla yapmak istediğini fark ettiği şeyin peşinden koşuyor, kimisi kendi içinde var olduğunu hiç tahmin etmediği derinliklerin farkına varıyor. Ortak noktaları ise, bu değişimin hepsinin hayatlarında unutulmaz izler bırakması...
Repliklerden birkaç örnek vermeden geçemiyciim:
John Keating: Kim ne derse desin, sözcükler ve fikirler dünyayı değiştirebilir.
John Keating: Çocuklar, kendi sesinizi bulmaya uğraşmalısınız. Başlamak için ne kadar uzun beklerseniz, kendi sesinizi bulma ihtimaliniz o kadar azalır. Thoreau demiş ki, "Çoğu insan sessiz bir umutsuzluk içinde yaşar." Kendinizi buna teslim etmeyin. Kırıp çıkın!
John Keating: Şiiri sadece güzel olduğu için yazıp okuyor değiliz. İnsan ırkının bir üyesi olduğumuz için şiir yazıp okuyoruz ve insan ırkı, tutkuyla doludur. Tıp, hukuk, işletme, mühendislik, bunlar soylu uğraşlardır ve yaşamı sürdürmek için gereklidir. Ama şiir, güzellik, romans, aşk, bunlar uğruna yaşadığımız şeylerdir. Whitman'dan alıntı yapmak gerekirse, "Ah ben! Ah yaşam! Yinelenip duran soruların, uçsuz bucaksız vefasızlar silsilesinin, aptallarla dolu şehirlerin...ortasında ne faydası var, ah ben, ah yaşam?" Yanıt mı? "Yaşıyorsun işte! Hayat var, hüviyet de öyle. Zorlu oyun devam ediyor, belki sen de katılırsın bir dizeyle. Zorlu oyun, 'devam ediyor', belki sen de katılırsın bir dizeyle." Sizin dizeniz ne olacak?
John Keating: Carpe Diem. Anı yaşayın çocuklar. Hayatlarınızı olağanüstü kılın.
Carpe Diem sözcüklerine ve anı ıskalamadan yaşamanın kıymetine dikkat çeken filmdir bu. Olur da seyretmemiş olan var ise, bu filmden sonra pek çok insan bu kavram üzerine düşündü, yazdı çizdi. Dolayısıyla seyretmemiş olanların bile bu düşünceden haberdar olması çok mümkün.
Peter Weir, Ölü Ozanlar Derneği'nin yönetmeni. Çok sık film yapmıyor ama yaptı mı da seyirciyi yerden yere vuruyor.
- 1981 yapımı Gelibolu (Gallipoli) filminde, Çanakkale'de iki Anzak gencinin hikayesini anlattı.
- 1990 yapımı Yeşil Kart (Green Card) filminde Yeşil Kart almak için Andy MacDovell ile anlaşmalı evlilik yapan ama giderayak ona aşık olan bir Gerard Depardieu vardı.
- 1993 yapımı Korkusuz (Fearless) filminde, uçma korkusuyla bindiği ve düşen uçaktan sağ çıkınca korkularından arınan bir Jeff Bridges, aynı kazada çocuğunu kaybeden bir annenin iyileşmesine yardımcı oluyordu.
- 1998 yapımı Truman Show (Truman Show) filminde, canlı yayında ve devasa bir açık stüdyoda yaşadığını bilmeyen bir Jim Carrey'nin hikayesini anlattı diycem ama çok zavallı bir açıklama oldu. Gerçekten efsane filmdir, Ölü Ozanlar Derneği'nden sonra en sevdiğim filmi.
- 2003 yapımı Dünyanın Uzak Ucu (Master and Commander) filminde, Napolyon Savaşları sırasında bir Fransız yelkenlisini izlerken Güney Amerika kıtasının çevresinde sınırları zorlayan bir ingiliz gemisinin hikayesini anlattı.
Robin Williams'a gelince,
Filmografisinde bu kadar çeşitli ve bu kadar insana dokunan film olan çok az aktör vardır. En bilindikleri sıralıyorum.
- 1987 yapımı Günaydın Vietnam (Good Morning, Vietnam) filminde, Vietnam savaşı sırasında olağanüstü coşkulu ve yaptığı radyo programıyla dokunduğu herkesi etkileyen bir askeri canlandırdı.
- 1991 yapımı Balıkçı Kral (Fisher King) filminde, uğradığı büyük talihsizlik sonucu aklını kaçırıp sokaklarda yaşayan saf ve mutlu bir adamı canlandırdı.
- 1993 yapımı Bayan Doubtfire (Mrs. Doubtfire) filminde, işsiz olduğu için kendisini boşayan eşi çocuklarını göstermeyince, onları görebilmek için kadın kılığına girip çocuk bakıcısı olarak eve yerleşen bir aktörü canlandırdı.
- 1995 yapımı Jumanji filminde, 20-30 yıl fantastik bir kutu oyununun içine hapsolan ve şans eseri kurtulup oyunla mücadele eden bir adamı canlandırdı.
- 1996 yapımı Kuş Kafesi (Bird Cage) filminde, oğlunun son derece muhafazakar müstakbel kayınpederi ve kayınvalidesi ile tanışmak üzere "normal" kılığına giren, esasen bir gece kulübü işleten ve homoseksüel bir evlilik sürdüren bir babayı canlandırdı.
- 1997 yapımı Can Dostum (Good Will Hunting) filminde, matematik dahisi ancak şiddet eğilimi nedeniyle ceza almış bir gence yardımcı olmaya çalışan bir psikiyatisti canlandırdı.
- 1999 yapımı Robot Adam (Bicentennial Man) filminde, insan olmaya çalışan bir robotu canlandırdı.
- 2002 yapımı Baskı (One Hour Foto) filminde, mutlu aile fotoğraflarını basan ve bir aileyi izlemeye başlayıp onları takıntı haline getiren yalnız bir fotoğraf baskı çalışanını canlandırdı.
Daha pek çok filmi var tabi, ben sadece izleyip iki kelam edebileceklerimi sıraladım. 2014 yılındaki intihar sebepli zamansız ölümü, pek çok hayranı gibi beni de üzdü. Ruhu şad olsun...
Daha fazla dağılmamak için genç oyunculara girmeyip, burada kesiyorum.
Yalnız bahsetmeden geçemeyeceğim ve bunca seyretmeme rağmen ilk defa bu kez farkına vardığım bir ayrıntı var, o da şu: Öğrenciler edebiyat sınıfına ilk kez girdiklerinde ve Keating bahçede yürürken bir şey sormak için ardındından koştukları sahnelerde, Keating ıslıkla, Çaykovski'nin 1812 uvertürünün final bölümünü çalar. Vikipedia'dan aynen aktarıyorum:
"1812 Uvertürü, Pyotr İlyiç Çaykovski tarafından bestelenmiş orkestral bir çalışma.
Rusya'ya karşı düzenlenen, ancak başarısızlıkla sonuçlanan Fransız saldırısından ve takibindeki Napolyon'un Grande Armée'nin yıkıcı geri çekilişinden ve Napolyon Savaşları'nın 1812 yılındaki büyük dönüm noktasından bahseder. Bu çalışma daha çok bazen gerçekleştirilen top atışları ile tanınır, özellikle açık hava festivallerinde yapılır ve gerçek toplar kullanılır. Bestenin Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık arasında olan 1812 Savaşı ile herhangi bir bağlantısı olmasa da, ABD'de diğer vatanseverlik müzikleri ile beraber çalınmaktadır.
Uvertürün ilk sahne gösterisi 20 Ağustos 1882 tarihinde, Moskova'daki Kurtarıcı İsa Katedrali'nde olmuştur.
Eser, V for Vendetta filminin kapanış sahnesinde ve Risk adlı bilgisayar oyununun ana menüsünde kullanılmıştır."
Ben bu esere V for Vendetta filmiyle vakıf olmuştum. Daha sonra, yanlış hatırlamıyorsam Aklın Sınırları isimli bir kitapta, dinlendiğinde insanın zihnini açan eserlerden biri olarak adı geçiyordu. Geçen hafta izlerken, Keating'in ıslıkla bunu çaldığını ilk kez fark edince fena çarpıldım bu yüzden. Zaman ayırıp dikkatinizi vererek dinleyin, gerçekten müthiştir.
Umarım yeterince ilgi çekici anlatabilmişimdir. Bu film söz konusu olunca ne yazsam eksik kalacak hissindeyim fena halde. Tekrar tekrar izlediğim ve çok etkilendiğim filmlerden biri olan bu filmi izlemiş olanlar birkaç kelam ederlerse sevinirim. İzlememiş olanlara ise tavsiye ediyorum elbette. Şimdiden, iyi seyirler.